DÜNYAYI KURTARAN KADINLARDA ARA

28.12.16

Ayn-ı Şifa'dan yeni yıla özel


Hormon dengeleyen, adet öncesi sendromunu hafifleten, periodu düzenleyen, mis kokulu kadın çayı, kendiniz ve sevdikleriniz için iyileşme dolu, sıcacık bir armağan.

Konya'nın Sille köyünden Yaşar ustanın ellerinden çıkma, içi kırmızı sırlı bardak, toprağın sırrı ile bitkilerin şifasını birleştiriyor.

Siparişleriniz için : aynisifa@gmail.com

3.10.16

sağlıklı menstrual döngüler eğitimleri başladı

Yoga, doğuma hazırlık ve kadınlar için bitkisel tıp eğitmeni Gizem Onay Collet'in hazırladığı Sağlıklı Menstrual Döngüler için Bitkisel Tıp, Masaj ve Yoga eğitimleri 25 Eylül'de Ankara'da başladı.

Bugüne kadar eşine benzerine rastlamadığım, yazılı olarak bile bulunması zor bin bir çeşit yönüyle menstrual döngüleri derli toplu ele alan bu eğitimlerde ben de sağlıklı ve ekolojik menstruasyon ürünleri hakkında minik bir sunum yapıyorum.

Sağlıklı bir menstrual döngüsü olan kadınlardan endometriosis gibi sıkıntıları olanlara kadar neredeyse hepimizi ilgilendiren nefis bir programda buluşmak üzere, detaylar şurada.

İstanbul Anadolu yakası eğitimi

Tarih: 09 Ekim 2016 Pazar

Saat: 10.00 – 17.00

Yer: Asana Merkezi – Suadiye

Bilgi ve Kayıt için: 0216 403 2300
info@asanamerkezi.com veya gizem.onay@gmail.com

Ücret: 350 TL

İstanbul Avrupa yakası eğitimi

Tarih: 04 Aralık 2016 Pazar

Saat: 10.00 – 17.00

Yer: DOUM – Emirgan

Bilgi ve Kayıt için: 0531 408 13 23
do-um@do-um.com veya gizem.onay@gmail.com

Ücret: 350 TL

İzmir eğitimi

Tarih: 5 Kasım 2016 Cumartesi

Saat: 10.00 – 17.00

Yer: Sade Yoga – Göztepe

Bilgi ve Kayıt için: 0 541 714 6 714

mutlu@sadeyoga.com veya gizem.onay@gmail.com

Ücret: 350 TL


30.8.16

“köysüzlük” en çok kadınları zorluyor

Hani o çevirmek isteyip fırsat bulamadığım makalelerden birini, ilgisini çeker, üstüne konuşuruz diye bir arkadaşıma göndermiştim. Bana Türkçeye çevrilmiş olarak geri döndü!

Seda küçük, sade ve topraktan üreten bir yaşam hayali kuran, Ege'nin bir köyünde bu yaşamı inşa etmeye başlamış, insan, doğa, evren, yaşam ve insanın çocuk hali ile ilgili çok düşünen, çok okuyan, çokça da yazan bir dostum.
Sinek Sekiz Yayınevi'nden çıkan "Okulsuz Büyümek" adlı bir çevirisi, HT Hayat'ta bir köşesi ve Annemin Kitaplığı adlı bir blogu var. Facebook sayfasında ise, bir yandan kızıyla birlikte doğa maceraları, bir yandan şekersiz, glutensiz, doğal mayalı tarifleriyle, tadına doyum olmaz, son derece üretken ve paylaşımcı bir arkadaş.

Geçenlerde HTHayat'taki köşesinde gündeme getirdiği çekirdek aile çatırtısı meselesini genişleten bu çeviri için ona ne kadar teşekkür etsem az. Sen kesinlikle benim "köy"ümün bir parçasısın Sedacığım.

Köysüzlük” En Çok Kadınları Zorluyor

Orijinal metin: http://revolutionfromhome.com/2016/04/absence-village-mothers-struggle/
26 Nisan 2016

Sevgili anneler,

Bugün midemde kramplara ve kalbimde ağrıya yol açan bir adaletsizliği daha fazla taşıyamadığım için size yazıyorum.

Kadın, erkek veya çocuk herkes bundan etkilense de, ağırlığını en çok annelerin hissettiği bu adaletsizlik, onların zaten taşımaya kodlandığı “dünyanın yükü”nü daha da artırıyor. Hatta anneler onun hızla yayılan ve derin yaralar açan belirtilerini hafifletmekte de aşırı derecede sorumlu hissediyorlar.

Bu sorun “köysüzlük”; çünkü bir çocuğu yetiştirmek için bir köy gerekiyor.

Köyden kastım; evlerden, binalardan oluşan, kasabadan küçük, mahalleden büyük ve kırsalda bir yer değil elbette. Kastım nispeten küçük, farklı nesillerden oluşan toplulukların doğasında var olan bir yaşam biçimi. Birbirini iyi tanıyan, mutluluğu, sorumluluğu ve günlük üzüntüleri paylaşan, ihtiyaç anında birbirlerine destek olan, topluluktaki çocukların ve gittikçe bağımlı hale gelen yaşlıların iyiliğini, sağlığını önemseyen ve onları güvende hissettiren topluluklar. Bireylerinin onları güvenle sarmalayan topluluklarına olan katkılarının gerçekten önemli olduğunu açıkça bildikleri ve bu katkıdan beslendikleri topluluklar.

Çocukların içinde büyüyebilecekleri en doğal ortamdan bahsediyorum.

Biyolojik olarak yaşamaya kodlanmış olduğumuz ancak artık hiçbir yerde bulamadığımız bir yaşam biçiminden.

Köysüz kadınların karşılanamayan en önemli ihtiyaçlarından dolayı hissettikleri bunalımdan bahsediyorum.

“Bir çocuğu büyütmek için bir köy gerekir” cümlesi bir klişeye dönüşmüşse de, köysüzlük gerçeğinin etkisi son derece önemli. Bu gerçeğin yaşam kalitemize sayısız biçimlerde verdiği zarar ise hafife alınamayacak kadar büyük.

Çünkü köyün yokluğunda:

·         Biz ebeveynler, bütün bir topluluğun çocuğa vermesi gereken her şeyi ona tek başımıza vermeye çalışırken üzerimizde inanılmaz bir baskı hissediyoruz.
·         Çakışan bütün ihtiyaçları aynı anda karşılamaya çalışırken önceliklerimiz çarpıklaşıyor ve gittikçe de belirsizleşiyor.
·         Belirli sınırlar, beklentiler ve çocuklarımızı birlikte büyüteceğimiz, iyi tanıdığımız insanların destekleri olmadan daha az güvende hissediyor ve daha çok endişe duyuyoruz.
·         Hayatımızın bazı dönemlerinde, özellikle de zaman ve enerjimizin en az olduğu dönemlerde, bize benzeyen insanları bulmak, kendi çemberimizi yaratmak zorunda bırakılıyoruz.
·         Bu yaptığımız bizi bölüp parçalasa, birbirimizden koparsa da, önümüze boca edilmiş sayısız seçenek arasında kendimizi daha güvende ve daha az bunalımda hissetmek için, kendi ideallerimize ve ebeveynlik paradigmalarımıza sıkı sıkıya sarılma eğiliminde oluyoruz.
·         Çocukluğun en doğal halinin yok oluşunu izliyoruz çünkü artık ne mahallelerde ne de sokaklarda etrafta dolaşan, keşfeden ve meraklarını besleyen çocuk gruplarını bulamıyoruz.
·         Bir zamanlar kapımızın önünde olan etkileşim, uyaran ve öğrenme fırsatlarının peşinde deli gibi koşturuyoruz.
·         “Normal”in nasıl olduğunu ve nasıl hissettirdiğini çoktan unuttuk ve bu nedenle her zaman “yeterince iyi olmadığımızı”, “doğru olanı yapamadığımızı” düşünüyoruz.
·         Depresyon ve kaygı tavan yapıyor; özellikle de hayatımızın içgüdüsel olarak her zamankinden daha çok desteğe ihtiyacımız olduğunu bildiğimiz dönemlerinde ve bu desteği bulacak enerjimiz olmadığında.
·         Yetişmeye ve yerine getirmeye çalıştığımız onca sorumluluk ve baskının altında güçsüz hissediyoruz.
·         Çektiğimiz kredilerle sahip olmadığımız paraları harcıyor ve içimizdeki boşluğu doldurmayacağını bildiğimiz, ihtiyacımız olmayan şeyler satın alıyoruz.
·         Bağ kurma ihtiyacımız için, bizi daha da izole ve eksik hissettirdiği halde, sosyal medyaya bel bağlıyoruz.
·         Etrafımızda insanlar olduğunda bile yalnız ve görünmez hissediyoruz.
·         İlişkilerimiz normalde topluluk içine yayılarak karşılanması gereken ihtiyaçlarla ve sevdiklerimizden beklediklerimizin gerçekçi olmayan seviyelere yükselmiş olmasıyla gittikçe ağırlaşmış durumda.
·         Sürekli olarak yargılanmış ve yanlış anlaşılmış hissediyoruz.
·         Neredeyse her şey için suçlu hissediyoruz: Çocuklarımızın birincil oyun arkadaşları olmayı istememekten ya da oyuna zaman bulamamaktan, yeterince çalışmamaktan ya da çok fazla çalışmaktan, biz onlarca sorumluluğun peşinde koştururken onların ekran başında fazla zaman geçirmelerinden.
·         Hazzı, ferahlığı ve eğlenceyi erişilmesi zor şeyler olarak görüyoruz.
·         Bağımsız olmamız gerektiğini düşünüyoruz ve başkalarına duyduğumuz ihtiyaçtan utanıyoruz.
·         Kendi değerlerimizi değil asla karşılanmayan ihtiyaçlarımızı yansıtan kararlar alıyoruz.

Köysüzlüğün annelerin “kendilik” algısını bozması, belki de bütün bu etkilerin içinde en kötüsü. Çünkü bu zorlandığımız her şeydeki bütün suçun “eksikliklerimizde” olduğunu düşünmemize neden oluyor ve sonucunda da eksikliklerimizi tamamlamak için daha çok uğraşmamız gerektiğine inanıyoruz.

Bu bir tuzak. Kendi kendini tekrar eden bir döngü ve bu çarpıtılmış gerçeklik, gücünü özgürlüğümüzün karşısındaki baskıcı düşünme biçimlerinden alıyor.

Bir de şöyle düşünelim mi? Yepyeni bir bakış açısı deneyelim mi?

Sen ve ben sorunun kendisi değiliz. BİZ GAYET İYİ İŞ ÇIKARIYORUZ ve YETERLİYİZ. Sistemdeki sorunun en ön cephesinde olduğumuz ve en sert darbeleri aldığımız için eksik olduğumuzu hissedebiliriz ama gerçekte biz anneler, çocuklarımız bununla mücadele etmek zorunda kalmasın diye baskıcı ve bozuk bir sosyal yapıyla aralarında tampon görevi görüyoruz.

Bu bizi başarısız yapmaz, kahraman yapar.

Evet, kadınlara önceden yapılan (ya da dünyada başka kadınlara yapılanlardan) baskılardan farklı baskılar var şimdi üzerimizde.
Ancak yine de köyün yokluğunda bizler daha önce olmadığımız kadar zarardayız. Büyükannelerimizden daha özgür olabiliriz ama yükümüz hâlâ adaletsiz ve baskıcı biçimde ağır.

Zamanın başlangıcından beri (ve yakın bir zamana kadar) anneler yaşamın yüküne birlikte göğüs gerdiler. Çamaşırı çocuklarımız derede su sıçratıp gülerken ve sevdiğimiz birinin yasını tutarken çitiledik. Hem hikâyeler anlattık hem de büyük annelerimize kulak kesildik. Dokuduk, diktik, topladık, temizledik veya tamir ettik. Fiziksel ve duygusal yaralarımızı sardık beraber. Zor zamanlarda birbirimizden güç, topluluğumuzun deneyimli, bilge ve sevilen büyüklerinden akıl aldık.

Köy yaşamı doğal olarak güvenlik, aidiyet, kabul, anlam ve değer duygularını besliyordu ve bunlar hala iyi olmanın fıtri ve gerekli elementleri.

Şimdi? Kendini tamamen başka öncelikler etrafında yeniden inşa etmiş bir toplumda bütün bunları kendimiz için yaratmaya zorlanıyoruz. Bu, biz annelerin doğası gereği korumaya kodlanmış olduğu her şeyi tehlikeye atan bir “insandan önce kâr modeli”.

Yapım gereği iyimser ve umut dolu biri olsam da, bu ikilem yıllarca birçok defa beni bezdirdi. Ümitsizce ihtiyacımız olan bir şeyin yokluğunun hem bireysel hem kolektif olarak zayıflattığı bir anne nesli, mevcut hikâyeyi nasıl bu denli değiştirecekti?

Önceliklendirme, toplumsal yapı ve güç tanımı kaotik biçimde önemli kültürel değişimler gösterse de hepimizin yapabileceği bir seçim var:

Mevcut düzene inanabilir, onunla barışabilir ve uyum sağlayabiliriz ya da ninelerimizin, dedelerimizin bizim için kazandığı özgürlüğü kullanabilir ve değişim yaratmak için kendi özgün katkımızı ortaya koyabiliriz. Kendimizden başlayarak. Kendi çıkış yolumuzu bularak.

Sen ve ben bir çocuğu köyde büyütmenin nasıl bir şey olacağını hiç deneyimleyemeyecek olsak da sorun değil. Çünkü bu neslin sınavı bununla değil; gerçekte kim olduğumuza ve ne istediğimize uyanmak ve toplumun gidişatını yeniden kurgulamakla ilgili.

Kültürü yeniden köyleştirmede bizim katkımız özür dilemeden, cesaretle ve tamamen kendimiz olmaktan geçiyor.

Hazır olduğunuzda atabileceğiniz somut adımlardan bazıları ise şöyle:

1.      Şu konuda gerçekten net olun: Eksikliğinizden ötürü değil, içinde yaşadığımız doğal olmayan kültür nedeniyle zorlanıyorsunuz.
2.      İhtiyaçlarınızı kabul edin ve onurlandırın. Birçok anne karşılanmayan ve derinleşen ihtiyaçlarını görmezden gelerek, sadece ötekine odaklanıyor. Bu kesinlikle bizim bireysel ve kolektif olarak güçlenmemizi ve durumu iyileştirmemizi engelliyor.
3.      Kırılganlığı deneyimleyin. İyileşmek için zengin, güvenli ve özgün bir bağ gereklidir. Bu kalitede bağlar kurmak cesaret ister ve konfor alanımızın dışına çıkmayı istememiz gerekir. En çok istediğimiz şey eşiğin ardında, oldukça garip gelecek o ilk konuşmada ya da utanç verici bir tanışma anındadır.
4.      Güçlü yanlarınızı kabul edin. Sizi güçlü ve yaşam dolu hissettiren şeyler nelerdir? Ferahlatan ve sadece düşündüğünüzde bile enerji veren? Eğer sahip olabilecek olsaydınız köyünüz kim olurdu? Güçlü yanlarınızla bağ kurmak ve izinden gitmek hayatınıza isteyeceğiniz tarzda insanların girmesine neden olur. Başkalarına şifa ve ilham olursunuz. Sizden almak yerine sizi besleyen bir topluluk inşa etmeye başlarsınız.
5.      Bir şeyin parçası olun. İster örgü grubu, dans topluluğu veya rafting kulübü olsun ister ev okulu kolektifi, hayatınızın bir alanında sizi şenlendiren ya da ihtiyacınızı gideren ve büyüyen bir topluluğa dâhil olun. Özgünlük ve cesaretle ortaya çıkın, ihtiyaçlarınızı ifade edin ve bu toplulukta oluşturduğunuz bağları kullanın, destekleyin, kaynak olun ve cesaretlendirin.
6.      Payınıza düşeni ama sadece kendi payınıza düşeni yapın. Her ne kadar verdiğimiz sözlerle hayatımızı tıka basa doldurmak baştan çıkarıcı görünse de, bu bizi sadece güçsüzleştirir.
7.      Kendinizi sevmeyi ve kendinize şefkat göstermeyi öğrenin. “Hiçbir zaman yeterli değilsin” kültüründe kendimizle sağlıklı bir ilişki içinde olmak gerçekten çok önemli. Özellikle de bize sürekli kim olmamız gerektiğine, bizi neyin mutlu olmaya ve sevilmeye değer yapacağına dair mesaj bombardımanına direnmeye çalışırken. Aslında ben öz değerini hissetmenin annelerin gelecek nesillere bırakacağı en büyük hediye olduğunu düşünüyorum.
8.      Kendi gerçeğinizi söyleyin. Korkmuş ve dehşete kapılmış olsanız, hatta bu sizi bulunduğunuz odadaki en cüretkâr insan yapacak olsa bile. Yeni bir yol hayal edin. Gittiğimiz yer olduğumuz yere hiç benzemiyor. Arzuladığımız geleceği yaratmak, o geleceği tahayyül etmek ve başka bir şeyin mümkün olduğuna inanmayı gerektirir. Özgün ve büyük düşünün. Ne istiyorsunuz?

Ben köy yaşamını tattım:

·         Mesela üniversitede idealist ve hayalperest dostlarım evime yürüme mesafesindeyken ve henüz bize neyin daha önemli olduğunu dikte eden “yetişkinlere ait” sosyal kurallar sözleşmesini imzalamamışken.
·         Ya da kuzenlerimin bizim evde kaldığı bir kaç ay boyunca. Daha önce annelik hiç bu kadar keyifli olmamıştı; yani çocuklarımın, evin ve evdeki bireylerin ihtiyaçlarının istekli ve şefkatli ruhlarca, neşeyle karşılandığı günlerdeki kadar.
·         İnzivada tanıştığım öteki kadınları dinlerken, her birimizin zorlandığı şeylerin nasıl da benzer olduğunu, çaresizce desteğe, günlük etkileşime, şifaya, ferahlığa ve huzura olan ihtiyacımızı hatırladığımızda da tattım ben köyü.
·         Festivallerde, geçici bir köy yaratıldığında, kısacık sürecek bir hafta sonu kampında, herkes bir topluluğa ait, işbirlikçi bir ritimde hafiflemişken.
·         Yoksul Meksika kırsalında Maya anneleriyle geçirdiğim zamanlarda yaşadım köyü ve orada şahit oldum ki şartlar ne kadar kötü olursa olsun, bir kabilenin varlığında iyilik ve güzellikleri yaşamak mümkündü.

Tüm bu zaman dilimlerinde ruhum öyle derinlemesine beslendi ki güçlendim. Ve ne zaman şimdilerde kaybettiğimiz bu deneyimi yaşasam umut doldum yeniden. İşte BU değişimi yaratacak olan enerji ve BU iktidardaki güçlerin hissetmemizi istemedikleri şey.

Geleceğin neler getireceği hakkında hiçbir fikrim yok ama şunu biliyorum:

Biz birlikte ağlıyor, kutluyor, düşüyor ve kalkıyor olmalıydık.

Günlük şeyleri paylaştığımız, rehber edindiğimiz ve deliliğin kutsallığını öğrendiğimiz büyük annelere, hala ve teyzelere, komşulara ve kuzenlere sahip olmalıydık.

Lohusayken besleniyor, hasta olduğumuzda bakılıyor, yastayken sarılıp sarmalanıyor ve zorlayıcı geçiş dönemlerinde destekleniyor olmalıydık.

Ve çocuklarımız çocukluklarını yaşarmalıydı ve onlar için en iyisi olduğuna inandığımız sosyal yapılarda büyümelerine izin verilmeliydi.

Kendini bul ve sonra kabileni bul. Ya da önce kabileni sonra kendini… Ama durma. Senin ruhunu onurlandırmayacak ve bebeğini bağrına basmayacak insanların yarattığı bir sistemde yaşamaya devam etme.

Sevgilerimle.
Hemen yanı başında değişim için çalışıyor olan,

beth

“Başka bir dünya yalnızca mümkün değil, aynı zamanda yolda… Sessiz sakin bir günde, kalbinin attığını duyabiliyorum.” Arundhati Roy

24.8.16

çevirmenler boş zamanlarında ne yapar?

Yoksa... dünyayı kurtarıyor olabilirler mi?

Az önce fark ettim ki elinde çeviri işi olmayınca boşluğa düşen tek çevirmen ben değilmişim :)

Elimde çeviri olmadığı oldukça nadir zamanlarda, bütün günümü dağda bayırda, bostanımda, hayvanlarımla ilgilenerek mi geçiriyorum? Maalesef... Aslında bilgisayardan uzak bir hayata özlem duysam da neredeyse her gün başına oturmak zorunda olduğum için tam bir alışkanlık haline gelmiş... İşim olmadığında yine her gün mutlaka o bilgisayarı açıyor, aylardır daha sonra okunmak üzere açık bekleyen çeşitli makaleler, incelenecek web sitelerine bakıp mutlaka "şunu Türkçeye çevirsem ya" dediğim bir şeyler buluyorum. Ya da zaten bana çeşitli şekillerde ulaşan gönüllü çevirileri hallediyorum.

Şimdi bu muhabbet açılınca son zamanlarda yaptığım birkaç çeviriyi paylaşayım dedim.


  • Amerikalı ekolojik tarım derneği EcologyAction'ın ücretsiz paylaştığı ve benim de gönüllü olarak çevirdiğim Sürdürülebilir Mini Çiftçilik El Kitabı yayınlandı. EcologyAction'ın geliştirdiği "Biyoyoğun" tarım yöntemini yıllardır okuyor ve bahçemde uygulamaya çalışıyorum. Bu el kitabı bu yaklaşımın en temel ilkelerini sunuyor ve bahçıvanlar için güzel kapılar açıyor diye düşünüyorum. Gönül isterdi ki oturup tüm yayınlarını Türkçeye çevireyim...



  • Geçen yıllarda da buradan paylaştığım Tohum Özgürlüğü Eylem Günleri, bu yıl yine Ekim ayında, Gandhi'nin doğum günü ile Dünya Gıda Günü arasındaki tarihlerde gerçekleşiyor. Vandana Shiva'nın eylem çağrısı videosu ve eylemlerle ilgili detaylı bilgilerin Türkçesi şurada.



  • 2011'den beri gönüllü çeviri ve redaksiyon desteği verdiğim Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin 2016 seçkisi için altyazı çalışmaları da başladı. Bu yıl yine birbirinden ilginç ve ilham verici filmleri ücretsiz ve altyazılı olarak izleyebilecek, hatta yaşadığınız şehirde kendi festivalinizi organize edebileceksiniz. Son Başvuru 20 Eylül. Geçmiş yılların festival filmlerini merak ederseniz şansınıza filmlerin bir kısmı Sürdürülebilir Yaşam TV'de yayında.



Bir de bonus:

  • Genç çevirmen arkadaşım Çağdaş Varol bana büyük bir jest yaptı ve benimle yaptığı röportajı çok önemli bir çevirmenlik platformunda yayınladı. Çevirmen yönümü merak edenlere: http://www.ceviriblog.com/2016/07/31/cevirinin-yesil-yuzu-ilknur-urkun-kelso/


Bu arada Vandana Shiva ve Maria Mies'in birlikte yazdıkları kutsal kitap Ecofeminism'in de çevirisi bitmek üzere, vuhuu....

2.7.16

ayn-ı şifa'dan cadılık kampları

Ayn-ı Şifa cadıları Saroz ve Edremit körfezinde, doğanın kalbinde, iki ayrı kamp düzenlemişler ve yıldızlar, ay, bitkiler, toprak, ateş, su ve bedenimiz hakkında sırlarını paylaşmak için bizi çağırıyorlar:


Sevgili dostlarımız hepinize merhaba :)

Bu yaz konuk cadımız Nilüfer Ormanlı'nın da katkılarıyla iki güzel etkinlik için karşınızdayız. 

Nefis bir doğa eşliğinde, pek çok şey öğrenip paylaşarak, hayatımıza katabileceğimiz bu deneyim için aşağıdaki iki linke de bir göz atın.

Size uygun olan tarihteki etkinliğe katılmak için bize mail atabilirsiniz (aynisifa@gmail.com). Geri dönüşlerinizi bekliyor, hepinize iyi bayramlar diliyoruz. Barış ve huzur dolu günlere....

22-24 temmuz- Badem Han-Cadının tatil bohçası 2

31 temmuz-3 ağustos- Hızır Kamp-Cadının tatil bohçası 1

25.3.16

yıkanabilir Pamucco pedler

Üç aydır yazmayı planladığım yıkanabilir ped yazısıyla sonunda karşınızdayım. Pamucco yıkanabilir pedlerimi tam üç menstruasyon dönemi boyunca kullandım ve kesinlikle tavsiye ediyorum.
pedlerin alt yüzlerinde, iki kumaş katmanı arasında, incecik bir sızdırmaz tabaka var
Sitedeki yazılarda bugüne kadar defalarca söz ettiğim (mesela #direnmenstruasyon), bir süre MeLuna kaplarla birlikte yurtdışından getirtmek üzere sipariş aldığım, fakat ta Almanya'dan getirtmeyi gereğinden fazla maliyetli bulduğum için satışını kaldırdığım, bir ara da kendim dikmeyi denediğim ama seri üretime geçecek vakti ve enerjiyi bulamadığım yıkanabilir kumaş pedleri sonunda Türkiye'de üreten birilerini buldum. Daha önce kendi diktiğim ve yurtdışından getirdiğim kumaş pedleri tek başına veya menstruasyon kabımla birlikte defalarca kullanmış biri olarak Pamucco pedlerin piyasadaki pek çok seçenekten daha kullanışlı olduğunu da söyleyebilirim.
günlük pedler tamamen pamuklu kumaştan üretiliyor
Pamucco, sade, doğal ve sağlıklı bir yaşam arayışındaki üç annenin ortak çabasıyla kurulmuş. Çocukları için yıkanabilir bebek bezi kullanmak istediklerinde ithal, kimyasal boyalı ve sentetik malzemelerle karşılaşmışlar. Uzun araştırmalar ve denemeler sonunda sadece en dıştaki sızdırmaz tabakasında nefes alan ve nem biriktirmeyen sentetik bir tabaka kullanarak geri kalanı tamamen pamuklu kumaşlardan dikilmiş bezler üretmişler, önce kendi çocuklarında kullanıp sonra satışa sunmuşlar.
Çocuk bezlerini piyasaya sürdükten sonra gelen talepler doğrultusunda menstruasyon, lohusa ve günlük ped üretimine de el atmışlar. Bu pedlerde de tenimize değen tüm kumaşlar %100 pamuklu ve Türkiye'de üretilmiş.
Pamucco ürünlerinde;
  • Nanotekloji içeren sızdırmaz malzemeler yok,
  • Kimyasal yok (Dioksin, Sodyum Poliakrilat, Titanyum Dioksit ve niceleri), 
  • Naylon ve türevi doğada uzun yıllar çözünmeyen malzemeler yok.
Şimdi gelelim kullanıma...

Pamucco'nun hazırladığı talimatlara ek olarak, ben kendi deneyimimden yola çıkarak pedlerin nasıl kullanıldığını anlatmaya ve önemli bulduğum noktaları vurgulamaya çalışayım. 

Özellikle benim jenerasyonumdaki kadınların kumaş pedler hakkında pek çok önyargısı olduğunun farkındayım. Çoğumuz petek dokulu üst yüzey çağında, kumaş pedlerin zahmetli, sağlıksız, konforsuz oldukları telkinleriyle büyüdük. Bugünse kullan-at ped ve tamponların sağlıksız, konforsuz ve doğaya zararlı oldukları artık çoğumuzun malumu (Malum olmayanlar için https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/lanet/704). O halde kafamıza kazınmış pazarlama stratejilerini sorgulayıp konfor alanımızı biraz esnetelim mi? 

Pratik mi?
çıtçıtların yeri ve katmanların kalınlıkları

Pamucco kumaş pedler sızdırmaz ve kanatlı bir dış katman ile içine çıtçıtla sabitlenen emici bir iç katmandan oluşuyor. Tıpkı kullan-at pedleri yerleştirir gibi iç çamaşırımıza yerleştiriliyor, çıt çıt ile kanatlar birbirine tutturuluyor. 3-4 saat ya da pedin emme kapasitesinin dolduğunu gördüğümüzde pedi çıkartıp içine karbonat, boraks ya da çamaşır sodası katılmış su dolu bir kovaya bastırıyor, yerine temiz bir ped takıyoruz. Eğer evde değilsek pedimizi sızdırmaz katman dışa gelecek şekilde katlayıp çıtçıtlayarak bez bir torbaya koyarak eve götürüyoruz. 

Temizlik
Ben her akşam o gün kullanıp suya bastırdığım pedleri soğuk su ve sabunla yıkayıp kurutuyor, menstruasyon dönemim bittiğinde hepsini çamaşır makinesinde tekrar yıkıyorum. Pedleri güneşte kurutma fırsatı bulabilirsem lekeler gerçekten büyük ölçüde azalıyor (Ama zaten kim korkar lekeden).Tüm çamaşırlarım gibi pedlerimi de sadece sabun tozu-boraks-karbonattan oluşan ev yapımı çamaşır deterjanımla yıkayıp yumuşatıcı yerine elma sirkesi kullanıyorum. Sirke zaten tüm yumuşatıcılardan daha güzel sonuç veriyor ama özellikle pedlerinizde kesinlikle yumuşatıcı ve çamaşır suyu kullanmamanızı tavsiye ediyorum. Çamaşır suyu hem kumaşın deforme olmasına neden oluyor hem de cilt sağlığı açısından zararlı. Yumuşatıcılar ise kumaşın emiciliğini azaltıp içerdiği parfümlerle yine vücuda, evinizdeki hava kalitesine vs. zarar veriyor. Bir de pedlerin dış katmanını asla kaynatmıyoruz, isterseniz sadece iç havluları kaynatabilirsiniz.

Konfor
Sızdırmazlık meselesi sanırım herkes için çok önemlidir o yüzden bunu vurgulamak istiyorum: Pamucco bezlerin dış katmanı gerçekten sızdırmıyor, ayrıca eskiden kullan-at pedlerle benim sık sık yaşadığım akıntının pedin kenarından akıp oradan kıyafetime bulaşma durumu kumaş pedlerde asla yaşanmıyor. Pamucco pedlerde pedin ileri geri yana kayması gibi bir sıkıntı da hiç yaşamadım, tabii sıkı bir iç çamaşırı giymek daima tavsiye ediliyor. Menstruasyon kabı ve kumaş ped kullanmaya başladığımdan beri henüz bir kez bile çarşaf ya da dış kıyafetlerde kan lekesi yaşamadım. Koku ve tahriş konusunda da yıkanabilir pedler kullan-at pedleri geride bıraktı. 8 saate yakın kullandığımda bile kesinlikle kötü bir koku oluşmuyor, ne terleme, ne tahriş ne de kaşıntı yapmıyor.

Ekonomi
Pedlerin ömrü kaç yıl olacak bilmiyorum fakat henüz görünür bir yıpranma durumu yok. Emici katmanı havlu kumaştan yapılmış, yani parçalar eskidiğinde evdeki eski havlulardan yedekler dikmek ve çok yoğun akıntı durumunda iki kat kullanmak da mümkün.

Mayıs 2018 güncellemesi: Pedleri hala kullanıyorum, kumaşlarda herhangi bir yıpranma yok, sadece emici iç parçasındaki çıtçıtlar gevşediği için bir kaç tanesine yedek içlerini taktım.  

Ekoloji

Kumaş pedler, menstruasyon kapları ve deniz süngerleri gibi evimizde her ay kendi kendimize dezenfekte edebildiğimiz, uzun süre tekrar tekrar kullanıldıkları için delicesine atık yaratmayan, vücudumuzu kimyasallara maruz bırakmayan ürünler ve bunları kullanmak ve temizlemek, doğaya bırakılan milyonlarca plastik pedin kirlettiği okyanusları temizlemekten kesinlikle daha kolay.

22.1.16

umut bostanları


Çevremdeki pek çok insan gibi ben de bazen, bu aralar daha da sık, umutsuzluğa kapılıyorum. Arada bir umut verici bir şey oluyor ve sanki içimde bir pil şarj oluyor. Bazen de o umudun peşinden biraz koşmak, onu başka yerde arayıp bulmak gerekebiliyor. Ben umut aramak için Sultanahmet'teki patlamadan tam iki gün sonra, arkadaşların "aman kalabalıklara karışma, şüpheli tiplerden uzak dur" telkinleriyle İstanbul'a doğru yola çıktım. Vandana Shiva Türkiye'ye geliyordu ve Ekofeminizm kitabının çevirmeni olmam dolayısıyla kendisiyle özel bir toplantıya davet edilmiştim. Ne yalan söyleyeyim, İstanbul'da başıma bir şey gelirse de gözüm açık gitmem diye de düşündüm...

https://twitter.com/UniBogazici
Vandana Shiva 15 Ocak günü “Hrant Dink Anısına İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı”nın konuşmacısı olarak İstanbul'a geldi. Boğaziçi Üniversitesi'nde, ağzına kadar dolu bir salonda, Hrant'ın anısına barış, dayanışma ve özgürlükle ilgili bir konuşma yaptı. Pek çok kaynakta bu konuşmayı özetleyen metinler bulabilirsiniz. Örneğin: Gaia Dergi ve Radikal

Bu konuşmanın Shiva'nın bugüne kadar yazdığı yazılar ve verdiği demeçlerin bir derlemesi olduğunu söylemek mümkün. Gandhi'den, yeşil devrimden, etnik kimlik ve çatışmaların neye hizmet ettiğinden, ekonomi ile krematistik arasındaki farktan, tohum özgürlüğünden ve geomühendislikten, tabii hep kısa kısa söz etti. Sanıyorum Shiva'yı az çok takip eden birinin daha önce mutlaka bir yerlerde okuduğu şeyleri tekrar etti. Ama bu kısa ve eklektik denilebilecek konuşmasında bile bana ilham ve umut verdi.

Salondan ertesi gün onunla şahsen tanışacak olmanın heyecanıyla çıktım ve gücü yettiğince dünyayı kurtarmaya gönül vermiş kadın ve erkeklerden oluşan "camiamızla" kantin muhabbetine geçtim. Cumartesi günü yine Boğaziçi Üniversitesi'nde, bu kez daha az katılımlı bir buluşma yaptık. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu, Boğaziçi Üniversitesi Tarla Taban Grubu, Alakır Nehri Kardeşliği, Yeşil Gazete, Slow Food Ağı vb. çeşitli oluşumlardan ve bağımsız aktivist katılımcılarla yaklaşık 4 saat boyunca hem Çiftçi-Sen temsilcilerinden Türkiye'deki durumun detaylarını ve vehametini, hem de Shiva'dan büyüklüğü dolayısıyla çok daha ciddi sorunlar yaşayan Hindistan başta olmak üzere tüm tarım ülkelerinin geçtiği benzer süreçleri dinledik.

Shiva, sorular üzerine Yeryüzü Demokrasisi olarak adlandırdığı yaklaşımı "Bizler her şeyden önce bu gezegenin sakinleriyiz ve sonra insanız. İnsan bedeninin de gezegenin de sağlıklı olması aynı kurallara uymakla mümkündür. Yeryüzü Demokrasisi bu gezegenin tüm sakinlerinin sağlık ve refahını eşit tutan, sağlık için her şeyden önce gerçek gıdaya, gerçek gıda için de gıdanın üretimi ve dağıtımını büyük şirketlerin elinden kurtarmaya, gerçek çiftçilere iade etmeye vurgu yapan bir sistemdir." şeklinde açıkladı. Tohum ve gıda güvenliği konularında devletlerin yaptırımlarının tamamen şirketlerin çıkarına olduğunu, tohum ve gıda işleme süreçlerinin "standartlaştırılmasıyla" daha sağlıklı hale getirilmediğini, tersine güvenli olup olmadığı bilinmeyen pek çok işlem ve katkı maddesinin kullanıldığını özellikle belirtti (Ben bu satırları yazarken Polonya Kırsalını Koruma Koalisyonu'ndan aynı konuda bir basın bildirisi geldi!) "Herkes gerçek gıda tüketmelidir ve gerçek gıdayı fabrikalar değil gerçek çiftçiler üretir." dedi.

Fotoğraf: Yıldız Olcay Akyıldız
Shiva'nın sık sık sözünü ettiği olgulardan birisi olan Hindistan'daki çiftçi intiharları da buluşmada gündeme geldi. 1995 yılından bugüne ülkede 300 bin çiftçinin endüstriyel tarım uygulamaları ve borçlanma sebebiyle intihar ettiğini belirten Shiva, bu çiftçilerin dul eşleriyle yürüttükleri Umut Bostanları adlı projeyi anlattı. Projenin öncesinde bu vakalardan kaç kadının etkilendiğini ve etkilenen kadınların ihtiyaçlarını tespit etmek için çok sayıda halk toplantısı düzenlemiş ve ciddi miktarda veri toplamışlar. Kadınların ya başkalarının arazilerinde işçi olarak çalıştıklarını (Monsanto buna kadınların özgürleşmesi diyormuş!) ya da seks işçisi olduklarını tespit etmişler. Bu kadınları, eskiden pamuk gibi endüstriyel bitkiler ektikleri arazilerde, kendi ailelerini beslemek için ürün çeşitliliğinin yüksek olduğu bostanlar yaratmaya teşvik etmişler, onlara sağlıklı ve yerel koşullara uygun gıda bitkisi tohumları dağıtmışlar. Projenin bir parçası olarak buralardan alınan ürünleri, miktarlarıyla değil besin değerleriyle ve çiftçinin kendi yediği ürünü üretim olarak hesaba katmayan milli hasıla hesapları yerine çiftçinin kendisine sağladığı getiri ile değerlendiren analizler yapmış, bu ürünleri tanıtıcı ve yaygınlaştırıcı kampanya ve festival gibi etkinlikler düzenlemişler. "Bu yolla hesap yaptığımızda ekolojik tarım yapan çiftçinin gelirinin 10 kat arttığını tespit ettik," diyor.

Shiva'nın da belirttiği gibi, aslında Hindistan'da yaşananlar dünyanın her yerindeki tarım topluluklarının yaşadıklarına paralel. Türkiye'de biz de köylü-çiftçinin bir yandan borca mahkum hale getirilişini, bir yandan termik santral, HES ve benzeri projelerle toprağından koparılışını izliyoruz. Elbette katılımcılardan biri ona biz ne yapmalıyız, nereden başlamalıyız diye sordu. Shiva, "Yemek tarımsal bir faaliyettir. 10 kişi bir araya gelin ve bir çiftçiyi destekleyin. Atalık türler yemeyi tercih ederseniz atalık tohumu korumuş olursunuz," dedi.

Buluşmadan sonra hep birlikte bostancıların elinden alınmaya çalışılan tarihi Yedikule bostanlarını ziyarete gittik. Shiva bostancılarla sohbet etti,  bostana tohum ekti ve bostancıların sesini uluslararası düzeyde duyurmak için elinden geleni yapacağını belirtti. Bostanda pek çok gazeteci ve araştırmacının sorularını cevaplayan Shiva'nın cevaplarını bölük pörçük yazmaya çalışmak yerine aşağıdaki videoyu paylaşmak istiyorum.


"Tüm bu cafcaflı binalar yıkıldığında ve fosil yakıtlar tükenip gemiler çalışmaz olduğunda, insan yaşamını sürdürecek olan bu bostanlardır."



1.1.16

sinek kuşları

2015'in son gününü, bir yandan kuzinede kuru fasulyeli kek pişirip bir yandan çeviri yaparak geçirdim. Aralarda komşuya gittim, köpeği gezdirdim, ördeklerin, kazların donan sularını yeniledim, el arabasının lastiğini şişirip odun taşıdım ve internet tarayıcımın sonra okunmak için haftalardır açık bırakılmış sekmelerini nihayet okuyup kapatmaya çalıştım (ve yine başaramadım :) ).

Okunacak sekmelerden biri Vandana Shiva ile, 2003 yılında yapılmış bir röportajdı. Röportaj bana üniversitedeyken okuduğum ilk sürdürülebilirlik makalelerini, uzunca hayalini kurduktan sonra kavuştuğumuz toprak parçasını su altında bırakacak barajı ve bu toprağın yer yer yabani ot bile yetişmeyecek kadar zehirlenmiş/öldürülmüş olduğu gerçeğini hatırlattı... Gerçekleşen ve kırılan hayaller nasıl bu kadar iç içe geçebiliyor bir kez daha hayret ettim... Bizi hayatta tutan şey bu denge mi acaba? Belirsizlik ve Değişimle Birlikte Güzel Bir Hayat mümkün mü acaba?

Vandana Shiva'dan bu blogda defalarca söz ettim, yazılarını paylaştım. Shiva'nın, gezegenin kaynaklarını ele geçirmek ve sömürebilmek için her şeyi yapabilecek dev güçlere karşı dimdik duruşuna, zekâsına, bir yandan dünyayı kurtarmak için ciddi bir savaş verirken bir yandan hep gülümsemesine ve sanki az sonra kalkıp size çay ikram edecekmiş havasına hayranım. Uzundur yazdığı her şeyi okumaya çalışıyorum ve şimdi ona bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum, çünkü Sineksekiz Yayınevi için, Maria Mies'le birlikte kaleme aldıkları Ecofeminism adlı kitabın çevirisini yapıyorum.

Bu kitabın çevirmeni olmak benim için bir onur. Vandana Shiva dünyayı kurtarmak denince aklıma gelen ilk kadınlardan; ama Dünyayı Kurtaran Kadınlar sadece ünlü aktivistleri kapsamıyor. Bu blog, bu kavram, ne demeliyim, bu kurgu... aslında benim hem kötülerle dişe diş kavga etmek isteyen yanımı, hem "Kuş ölür, sen uçuşu hatırla" diyen yanımı, hem de sinek kuşu olmak isteyen yanımı kucaklıyor. Evet bir yanım barajlarla ve madenlerle mücadele etmek, sistemi kökünden sarsmak, dünyayı kurtarıp tarihe geçmek istiyor. Bir tarafım da dünyayı olduğu gibi kabullenmek, kendi içime dönmek, yazmak çizmek, örgü örüp dikiş dikmek, şu bilgisayarı bir kenara bırakıp ağaçlarla kuşlarla muhabbet etmek istiyor. Ama sonuçta dönüp dolaşıp kendimi sinek kuşu gibi su taşırken buluyorum. Sanırım önümüzdeki yıl yine ne dünyayı kurtarabilecek ne de ormana taşınabileceğim. Sinek kuşu olmaya, tek başıma beceremeyeceğimi bilsem de, dünyayı kurtaracağına inandığım şeyleri elimden geldiğince yapmaya devam edeceğim. Başka sinek kuşlarının varlığından haberdar oldukça heyecanlanacak ve onlar hakkında yazılar yazacağım. Siz de bir sinek kuşuysanız, ya da bir sinek kuşu tanıyorsanız bana bir mesaj atın da tanışalım.

İyi seneler.

Popüler Yayınlar